Manzaranın fotoğrafını çekerken an henüz yaşıyordu. Sonra birden, deklanşörle onu alnından vurduğumda an çekişmeye başladı. Çünkü onun canına kıydım ve ekrana serdim. Bunu ona her bakıldığında ilk bakıldığındaki verdiği hazzı kopyalamak için yaptım. Kötü bir niyetim yoktu.
Fakat an kopyalanamıyor.
Anı olsa dahi, aynı c/anı bir türlü taşımıyor.
Öyleyse fotoğraf tam olarak paylaşmak değildir. O anı yalnızca biz; o da farkındaysak yaşamış ve ancak o sırada birlikte yaşadığımız kişilerle paylaşmış oluyoruz. Bir anın fotoğrafını çekmek o anın orada hazır bulunanlar tarafından tam olarak farkedilmiş olduğunu gösterir belki. Fakat yaşamayı bırakıp fotoğraflamak ise fark edildiği oranda yaşanmamış olduğunu da… An bizi cazibesiyle çekiyor. Biz de ondan o kadar etkileniyoruz ki; yaşayamadan çekip bir kenara koymuş oluyoruz.
Ne diyorduk…
Öyleyse fotoğraf çekmek tam olarak paylaşmak değildir. O anı ancak o sırada birlikte yaşadığımız kişilerle paylaşmış oluyoruz. Paylaşmak eylemi bu kadar sahici bir şey. Fotoğraf, aksine anı paylaşamamaya hizmet edebiliyor diyebiliriz ve bu yaşamanın aynı anda ve bir yandan yaşadığını kanıtlama, gösterme eylemine ayrıldığı, bir an olduğu kadar ispatlanabilir bir anı olmaya da ayrıldığı için olabilir… Anı an’ın ölmüş hali midir, ölümsüzleşmiş hali midir bu ayrıca tartışılabilir. Gülümseyerek çekinilen fotoğraflar neden ağlayarak seyredilir sorusunu ve benzeri soruları da şimdilik zihnimizde rafa kaldırıyoruz.
Durağan bir fotoğrafta manzaranın bir hikayesi yoksa ve an enselenmiş olmasa da manzarayı aynı sıcaklıkta dondurma imkânı var mıdır? Aradaki derece farkı nedir? gibi bir dizi soruyla birlikte, asıl bir hadisenin tepe noktasını fotoğrafla geleceğe çivilemek ve gözlere tam da o enteresan anın anlı canlı vefat edemeyiş şölenini tattırmak bambaşka bir şey.
Zamanın varlığı bir hikâyede can buluyor çünkü. Mekân da tek başına hikâye anlatamıyor. Ruhunu hep hikayelerle besliyor. O da yaşanmışlıklardan kendine bir ruh biçiyor, ruh giyiniyor. Yaşanmamış koca bir ev buz gibi, yaşanmış bir kulübe kuzine gibi olabiliyor bu yüzden. Hareket hakikaten bereketli bi' şey. Kat etmek üzerinden yola hâkim. Zamanın saf çarkı. Bu yüzdendir ki; iç yolculuklarındaki koşular dokuz nala bile olsa, dış dünyaya, mekâna lütfedip buyurmuyor, canlanmıyorsa pek önemsizleşiyor. Ne yaşanılır bir an ne gözleri cilalayan bir nem ne de bir gamze bırakan bir anı olmuyorsa faydasız… Bir geleceği de yok; hareketsizliğin. Canı olan yaşar ve ölür çünkü. Ve yine bir canı olandır; ölümsüzleşmeye aday olan.
Hareket etmekte yatıyor vaktin dirimi. Adımda, kanatta, kıpırtıda, kıvranmakta uyukluyor ve uyanıyor ömür.
Bütün bir ömrün albümüne bir de bu gözlerle baktığımızda, şu amel defteri tamlamasını bir de amel albümü/ eylem/ iş güç hareket albümü olarak düşündüğümüzde bizden geriye nasıl fotoğraflar kalır acaba...
Baktığımızda tebessüm et cümlesini mi telkin eder bize o albüm. "Yaşamışım be! ‘Dedirtir mi parmak uçlarımıza pompalanmış ve atan bir kalple ...
Yoksa...