(böyle esaslı bir "dans"'a kaldırıldığıma dair:)
Dönüyormuş dünya. Öyle diyor bilim.
Ben de dönüyorum. Yaşıyorum. Upuzak merkezime yakın durmaya özenerek yaşamın değdiği telaşlar arasında dönüp duruyorum.
Pek çok şeyi yüzeyinden, ilk görünümlerinden seyir ile ve hareket edebileceğimiz kadar tatlı bir sığlıkta başlıyor, yaşamımız. Biraz kör bir neşe, kendini bilmez cahil bir baharla.
O vakit pek azımız, bunca cevher dolu alemi neredeyse bir tek ön yüzüyle, belki biraz ara yüzüyle, yalnızca görmek istediğini görüyor ve ona yöneliyor.
Sonraları arka yüzler, soyut özler, mecazlar ve ah can yakan bir sızıyla ya da gamze delen bir tebessümle iç kitabımıza ayet olan hayat tecrübelerini ekliyoruz. Tin- ten olgunluğuna büyüyor fıtrat. Kimi zaman ilkel tatlar, mükemmel soyut hazlarla, biraz serserilik, biraz hikmetli olgunluklarla...
Artık pek çok şeyin iyice farkına varıyoruz.
Yaşamak ne güzel. Ve iyi ki ucunda ölüm var.
Vakt'erişip de gitmek, ölmek te güzel. Ölmek te yaşama dahil.
İyi ki başında böyle çiçekli böcekli, sevişin ve savaşın, kıskançlığın ve paylaşımın kol kola oluşuyla zıtlıklar bileşkesinde bir deneme yanılmalık ömür var. Ve iyi ki daha ucunda sil baştan bir yaşam var. Belki de eş zamanlı yaşadığımız ilk-sonlu bir sonsuzdayız.
O kadarını bilmiyorum.
Neşeli bir hüzünle öpüyorum Mutlak Var'ın tecellilerinden...
Bunları Ayasofya’nın ihtişamına değil, Firuz ağa caminin “sadelik imkanı” ‘nda düşünüyorken, bir sala geliyor kulağıma.
Kendi selamı duyuyorum. Hiç yadırgamıyorum. Beklenen ve sürekli kulağıma gelendir bu. Bu dünyanın kimi hevesleri için nasıl da ölmüş olduğum aklıma geliyor. Nasıl da bir güzel ölmüş rolüne büründüğüm. O fikir fikir, fıkır fıkırlığımın arazi oluşu, tavşan ölüşüne-ölü rolüne yattığı aklıma geliyor. Din adına, ideoloji adına, aptal yaşam amaçları adına tek tek öldürüldüğüm konuların çoğunu neredeyse tek başıma yendim sayılır. Fakat harıl harıl yaşanan, kalabalıkların yarıştığı ve yeniştiği, birbirini hükmen veya cidden öldürdüğü halde şahsen benim yenmeye değer görmediğim, yaşamaya değer görmediğim o kadar çok dünya, o kadar çok yaşam şekilciliği var ki… Onlar için bir ölüyüm ben. Dokunulmazım. Unutulanım. Ölümümden memnunum.
Biz kasıtlı ölüler, yaşama anlam verme işinde anlaşamıyoruz, kimi yaşayanlarca. Çekiliyoruz sahne sevicilerin yanından. Yavru ağzı veya kırmızı kurdelalarımızı onlar taksın diye bırakıyoruz. Benim Ankara’da aldığım plaketi o resmî binanın bahçesinde -anlayamadığım bir coşkuyla kabarmış- o çiçeğin gölgesine bırakarak unutmuş gibi yaptığıma benzer şekilde sessizce bırakıyoruz…
Alkışsız ölüyoruz.
Telaşa, geberiyormuş gibi yaşamaya, emeğin amaçsız bir kargaşada kim vurduya gitmesine lüzum yok, ruhu bu kadar üzmeye hacet yok.
Eninde sonunda döneriz Sonsuz'umuza...
Bir akşam vakti evine dönenler gibi...
Akşam vakti evine dönemeyen; Allah'a dönmüştür.
Akşam vakti dünyaya dönmeyen, başka bir dünyaya dönüp gitmiştir.
(Bedenen çiçeğe, böceğe dön-üş-mek, toprağa dönüşmek ruhen ve bütüncül olarak büyük dönüşümün/Allah'a dönüşün bir parçası olduğu için o konuya girmedim.🙂....)