-uzun süren bir arayış: hayat-
Küçük bir ipucu mesabesinde yaşadığımız mekan. Tasavvurun uçsuz bucaksızlığına sığmayan o bilinmeyen alemlere kıyasla. Olsun. Çok güzel bir bahçe. Kimi yataklarında pek çok zaman kan seli aksa da. “Aşağıda” da olsa... Güneş, ay, yıldızların nöbetiyle dursuz-duraksız akmakta olan bir zaman ırmağının kıyısında... Bir yaprağın seyrindeyiz. Büyük bir çınardan düşmüşüz.
Yüzüyor ömrümüz. Bir dala takılıp iki, bilemedin üç gün eğleşiyor. Mola yola dahil. Derken bir akıntı onu ittiriyor...Yola devam ediyoruz. Düzenli tekrar olsak ta, sıradanlaşmaya küçük, büyük isyanız. Bazen hakikaten bir an’ız. Çoğu zamansa koca bir yıl. Bir kovalamacadır yaşadığımız. Her hafta sonu gün sayısını az bulanız. Allah Allah! Ne çabuk geçeniz. Fena halde faniyiz.
Hayat uzun süren bir namazı andırıyor. Bu büyük namazda ya ayaktayız. Ya oturmakta. Ya da bir istirahat anında... Ya hareket, değişim halinde, ya sabit, durağan. Böyle bir tadili erkanda. Zikrimize sağlık.
“Ayaktayken” Aşk ve imanla ayaklanmış, kıyama kalkmış bir kalpken tam bir hatırlama anındayız. Ruhsal ayaklanmalar anında Hakk’ın hatırını bir bir saymaktayız. Kullanımda olmayan ve yaşama akmayan bütün unutuşlarımızla bir hayal mahşerinde. Birazdan kendimizi sorgulamaya alma heyecanında. Titrek bir hüzün alevlenmekte sol yanımızda. Vicdanın kapıları ardına kadar açık. Tenimizin sınırlarına taşan bir kalbiz. Hayatımızın, uğradığımız bütün “sokak”ların köşe başlarından toplayıp yaşamımızı; elemedeyiz, yaşanması gerekenlerin yüce inceliğinden. Yine sözler vermedeyiz bir dahaki sefere yaşanacaklara. Olsun varsın döneceğimiz sözler...Özür dilemede, bir daha yapmayacağımlardayız. Değişmemiz gerektiğinin beyanında. Lütfen! Bu defa da kabul niyazında... Çok uzaklardan, pek yabancılaşmaktan kendimize gelme anındayız. Tamam.
Şuracıkta bir başka yüzü var hayatın. Günlük güneşlik yüzü. Telaşlar, yoğun iş hayatı, tesadüfen ve tevafuken eklenen hikayelerle dolu bir senaryo akışı içinde, başka bir yerde atan gizli bir kalpçiğimiz var. Şimdi buralardaydı nereye gitti cinsinden kaçak bir kalp. Genellikle bir kenarda olgunlukla beklerken, fırsat kolladıkça bir çeşit ergenlik yaparak dikkat çekmeye çalışan o ince sızı.“
Yaşamak iyi, hayat güzel, aşkı evlendirmesi, kebap ya da pilav, üstüne çay, çarşı-pazar, geciken ödemeler, erken faturalar, kasa, cüzdan, çocuk, torun, yazlık, kışlık, sahil, yayla tamam... Hepsi ayrı bir hoşluk. -Da neden? Neden açlıktan düştü düşecek ruhumuz? Hangi sebepten?- Der demez,-Boşuna değil bütün bunlar. Olamaz!- Düşüncesi yoklar durur hepimizi. Bir düş sa’yi bu. Bir oraya, bir buraya arayış. Susuzluk var zira. Her dünyevi doygunluğa burun kıvıran koca bir açlık var. Ve ekler o ses arkasından; -Bir hiç uğruna, boşu boşuna var olmuş olamayız, muhakkak “geçerli” bir nedenimiz var!- Derinimizi kazmalı. Balta yıldıza vurana kadar. Varıp dayanmalı sağlam bir zemine. Bulabilirsek ezeli bulmalı.
Sabitlenmeliyiz. Keyfince dönüp dolaşmak için. Yüksek bir yere asmalıyız muallakta gezineni. Kaygısız bir aşk tavafı için. Varoluş bağımızın kesik acısını ve aslında nasıl daha feci bağlandığımızı koparıldığımız göğe... Biliyoruz.
-ince huylu bi’ağrı-
Bu düşünce gün içinde ara ara gözlerimizin içine bakar. İnce huylu bir ağrıdır.
Kalbi ayak uçlarında bir ceylan. Gönülden iner. Fark edilmek ister. Betonarme çerçevelerin arasında bizi göresi gelmiş gökyüzü, alnımızı aniden, şehrin ortasında hasretle öptüğünde mesela, bunu hissederiz. Ya da şehirden, boy sırasına dizili apartmanları, plazaları, kurumlu binaları ve gece gece konduğu için hep arka sıralarda saklambaçta olanları geçip te şehirler arası bir yol güzergahında toprağın çiçeklerden, otlardan, böceklerden ve ağaçlardan nefes alışlarını, göğsünün inip inip kalkışlarını gördüğümüz zaman; yani göklerin ve yerlerin yaratılışını tabii ve aşikar gözlemlediğiniz zamanlarda -o düşünce- yüz bulmuş bir çocuk masumiyetiyle koşar gelir zihnimize.
-Yok canım, boşa değil tabii ki bütün bu varlık, boşa olacaksa neden var edilsin ki, elbette dolu bir anlamı var bu yaratmaların, bu var etmelerin bir amacı var,- der durur içimizde.
Bazı zamanlar kalabalıktan, gürültüden iyice uzaklaştığımızda sesler toplanmak için kendi aralarında sözleşir. Var edilişin anlamlılığını konu alan büyük bir koro oluştururlar. Sanki boşalır içimiz. Kalbimiz bütün varlığı misafir eden koca bir salona dönüşür. Ya da yeni çatılmış bir Nuh as gemisine...Karıncalar bile, boşaltılmış büyük caddelerin ortasından yürür gelir de adımlarından bir tını katarlar o koroya. Sessizlik başka türlü bir bayramdır. Bir bayram şarkısı hatta...
-Boş yere yaratılmadık! Bir değerimiz var. Değerlerimiz...Amaçsız ve anlamsız değiliz hiç birimiz. Amaçsız olamayız. Anlamsız yaşayamayız.- der her şey.
Bu müthiş iç ses. Huzurun bestesi. Ayakta, omurga üstünde, onur alında, iş-güç veya bir faaliyet anında her ne yapıyorsak onu dürüst ve erdemlice yapabilmeye dönüşür.
Dolu dolu yaşamaya iter bizi, boş yere yaratılmamış olmamız. Boşluğa düşmemizi, can sıkıntısından gebermemizi engeller. Üreterek yenice yaratılmış gibi, hep bir bahar üzere, hep çiçekli, meltemli, hep doğarak ve dünyaya yeni, özgün bir şeyler getirerek yaşarız. Nitelikle yapmaya çalışırız, her ne yapıyorsak.
Kaliteyi ararız. Kaliteyi var ederiz. İlla bir şeyin ehli, mütehassısı oluruz. İlla en iyi yapabildiğimiz bir şey olur. Amatörlükle yetinmeyiz. Heyecanımızı ise hiç bir şeye değişmeyiz. İstikrar ararız. Profesyonelliğimiz ise heyecan kaybına yol açmaz. Liyakatimizi başkalarına fırsat vermeden en başta kendimiz sorgularız. Daha iyi ayakta durmak, daha omurgalı bir hayat için eksiğimizi gediğimizi utanmadan, sıkılmadan, üşenmeden gidermeye bakarız.
-hiçlik intihardır-
“Otururken” bir çimen üstünde. Ya da şehrin orta yerinde, evimizde, ikametimizde, masa başında, toplantıda, yerleşik hayatta, tahiyyatta, ya da dinlenme anında hayatı bir parça oturtmuşken. İş yerimizde aniden dosyaları kendi hallerine bırakıp, ya da müşteriyi unutup dalıverdiğimizde bu düşüncelere. Hatta en çok ta “yanımız üzerine yatmışken” ayaklanır yine aynı düşünceler içimizde. Küçük küçük ölmeden evvel sorguya alırız kendimizi. Ay çarprazında.
Düşünür dururuz. Boş yere değil hiç bir şey. Boşluk olamaz bunca doluluk. Hiçlik bir intihardır. Var edilmişliğin borçluluğunu her insan olmasa bile, her insaf duyar. Değersizlik yokluktur. Ve muhakkak hayata karşılık olabilecek, eşlik edecek bir anlam geliştirilmelidir. Bunca ince ince fikredilmiş ve bahşedilmişliğe, varılmış varlığa ve verilmiş hayata karşı, gülümseyen ve mahcup bir teşekkür edilmelidir en azından. O da dosdoğru bir amacının olmasıdır şu hayatta. Anlamlı olmasıdır insanın, deriz içimizden.
Der miyiz?...
Herkesin tefekkürü vardır az veya çok. Herkes farklı cümlelerle, farklı düzeylerde de olsa arar hayatının anlamını.
Her hal u kârda, ne yapıyorsak yapalım, dürüst ve erdemlilik ilkelerine göre yapıyorsak zikir halindeyiz demektir. Unutmadığımız değerlere sahibiz anlamına gelir bu. Kalbin titizliğidir. Temizliği... Her hatır bir yana, En Yüce’nin hatrı var demektir hayatımızda.
Aferin bize! Zaten böyle zamanlarda bir huzur girer izinsiz, içimize. Uçsuz bucaksız cennet sokulur kalbimize. Alnımıza güneşi alırız. İçimizden ırmaklar akar. Soyut tahtlara yerleştirir bizi bir başka huzur...
Dahil oluruz “cennet”e o an.
“Cidden göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde duru ve lekesiz akıl sahipleri için elbette ibretler vardır. Onlar ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışında tefekkür’e dalarlar. “Rabbimiz! Sen bunları boşuna
yaratmadın. sen münezzehsin, bizi ateşin azabından koru!””(Al-i İmran 191)